he, she, it bir de mr. and mrs. brown çiftini tanıyordum. tanıyordum diyorum ama meraba meraba. o kadar. ondan ötesi yok, konuşamıyordum. annem "oğlum biraz ingilizce konuş da teyzenler duysun" falan demek istiyor ama dili varmıyordu. aslan gibi oğlunun o kadınlar karşısında ızdırap sıçmasına tanıklık etmek istemiyordu. (tabii bu arada o baltanın hala orada ne işi var ayrı bir mevzu) babam, umutsuz vaka olduğuma iyice kanaat getirmiş olmalı ki bir gün "yaz tatilinde kendine ingiltere'de bir dil okulu bul da yazıl it oğlu it. dönüşte ananın arkadaşlarına bülbül gibi şakırsın" dedi. "doğru diyorsun baba" dedim, "dil dile değmeden dil öğrenilmezmiş." "fuhuşa mı gönderiyorum eşşoolueşşek, dil öğrenmeye gideceksin. adabınla git adabınla dön" diyerek sevinçten bozulan ayarlarıma ilk müdahaleyi yaptı. heyecanlıydım. ingilizce’yi vatanında öğrenecektim, içecektim ve olaylar gelişecekti. meğer bir yiğit gurbete gitse, gör başına neler gelir diye türkü yakmışlar haberim yokmuş. *** ilk hafta alışma, ısınma turlarıyla geçti. en çok dikkatimi çeken konu metroda* insanların elinde hep okuyacak bir şeyler olmasıydı. alkolden güzel olduğum bir gece kaldığım yere gitmek üzere bindim. sonra yanıma bir abla gelip oturdu ve hemen çantasından katlanmış gazetesini çıkarıp okumaya başladı. meraktan şöyle yandan yandan bir göz atayım dedim. asil nadir ismini görünce perpendicular bakmaya başladım gazeteye. kaçakçılık, borsa, manipülasyon diye gidiyordu hikaye ve ben okuduğumu anlıyordum ya lan! "aferim lan bana, bayağı öğrenmişim ingilizce'yi" dedim içimden. dediğim anda da kendimden şüphe ettim. bir daha bakınca ablanın elinde tuttuğu gazetenin hürriyet olduğunu anladım. *** üç ay su gibi akıp gitmiş, ingilizce öğrenilmiş!, artık memlekete dönüş zamanı gelmişti. havaalanında bilet prosedürlerini tamamlayıp son güvenlik kontrol noktasına ulaşmıştım. annem ve arkadaşları bu noktanın hemen sonrasındaydı. göreceklerdi nasıl konuştuğumu... cebimdekileri kutuya koyup x-ray cihazından geçtim ve tabii ki öttüm. güvenlik, tekrar geçmemi isteyen bir hareket yapıp ikinci geçişimde de ötünce unuttuğum bir şey mi var diyerek üstümü aranmaya başladım. kemerimi çıkarmadığımı anlayınca bir yandan kemerimi gösterip bir yandan da bunun sebep olduğunu söylemeye giriştim ama bir türlü kemerin ingilizcesi gelmiyordu aklıma. nerden, nasıl olduğunu anlamadım bir şekilde ağzımdan: - it's a "kemır". (kemır ne lan?) sözcükleri dökülüverdi. aksanlı! konuşmam karşımdaki memur ikna etti ve geçmeme izin verdi.
top of page
Bir Günlük | Günebakan
bottom of page