IMF tarafından yayınlanan “Artan Kamu Borcunun Görünmeyen Yüzü” başlıklı, kamu borcunun GSYH oranının gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ile küresel ölçekte gelişiminin ele alındığı 1880-2015 dönemini kapsayan çalışmada, özellikle gelişmiş ekonomilerde borcun GSYH oranının %106’ya ulaştığı görülmekte.
Öyle ki, bu oran Büyük Depresyon’daki seviyenin üstünde 2. Dünya Savaşı’ndaki seviyenin ise hemen altında yer almakta.
Hal böyle olunca insan sormadan edemiyor “3. Dünya Savaş mı çıktı yoksa büyük bir buhran mı yaşıyoruz?” diye.
Bu arada, yukarıdaki grafikte bir ilginç nokta daha bulunmakta. 2008 Lehman Krizinden bu yana gelişmiş ekonomilerdeki borçluluk oranı hızla yükselmekte.
Çalışma, kamunun artan borçluluğunun arkasında yatan temel sebebin bütçe açıkları olmadığını söylemekte. Bunu da aşağıdaki grafikle desteklemekte.
Borcun GSYH oranı ile bütçe açıkları karşılaştırıldığında 1973-1987 döneminde borçluluk %30 artarken, bütçe açığındaki artış daha az (%1,5) olmuş durumda. 1988-2007 arasındaki dönemde kamunun borcunun GSYH oranı %5 azalırken, bütçe fazlasının GSYH oranı %34’e yükseliyor. 2008-2015 arasındaki dönemde kamunun borcu tekrar %16 artarken, bütçe açığı sadece %8,5 artmış durumda.
Pekiyi, madem bütçe açığı değil kamunun borcunun GSYH oranının bu kadar hızlı artmasının arkasındaki gerekçe ne diye sorgulamış çalışma. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 90 gelişmiş ve gelişmekte olan ülkede yaşanan 179 borç krizine odaklanılmış. Bu krizlerin yaşanmasına ne bütçe açıklarının ne de faiz ödemelerinin sebep olduğu görülmüş.
Suçlu olarak SFA (Stock Flow Adjustment) gösterilmiş. Tanımı ise şöyle yapılmakta:
Belirli bir dönemde, kamunun borçlanmasındaki değişim ile kamunun açığı/fazlası arasındaki fark. Açıklar borçluluk seviyesini artırırken, fazlalar azaltmakta. Bizdeki karşılığı ne olabilir diye baktığımda Maliye Bakanlığı Muhasebat Genel Müdürlüğü sitesinde, Genel Yönetim Bütçe İstatistikleri altında, Uluslararası Mali İstatistikler bölümündeki GFS Tablolarında yer alan “Net Borçlanma/Borç Verme Gereği” tanımı daha yakın görünmekte. Onun seyri ne olmuş diye baktığımızda grafik şu şekilde:
Tekrar dünyaya dönecek olursak, BofA’nın araştırma raporunda kamu yatırımlarının 2. Dünya Savaşından beri en zayıf seviyede olduğunu gösteren aşağıdaki grafik dikkate değer.
Son olarak geçen hafta “Yedi Kırk” başlıklı yazıda paylaştığım şu grafiği de aşağıya koyayım:
***
Şimdi Keynes’i tekrar hatırlayabiliriz. Özetle şöyle demekte:
Bir ekonominin mal ve hizmet çıktıları tüketim, yatırım, devlet alımları ve net ihracatın toplamından ibarettir. Talepteki herhangi bir artış bu 4 unsurdan birinden kaynaklanmakta.
Fakat bir depresyon (ekonomik durgunluk) halinde, harcamaların düşmesiyle birlikte bazı gelişmeler talebi aşağı çekmekte. Mesela belirsizlik, azalan tüketici güveni ile de birleşince harcamalar azalmakta. Tüketicilerin harcamalarını azaltması, düşen talebe göre üretimlerini ayarlayan işletmelerin de daha az yatırım yapmasına yol açmakta.
Bu durumda üretimi artırma görevi kamunun omuzlarına binmekte. Devletin müdahalesi, ekonomideki ani yükseliş ve düşüşleri yönetmek için gerekli.
***
OVP’de büyümede aşağı yönlü revizyon yapılmışken; üstüne bir de referandum gibi ekonomik aktörlerin sevmediği belirsizlik eklenince ekonomiyi canlandırma görevinin kimden beklenmesi gerektiği daha net görünmekte.
Uzun vadede piyasanın sorunları çözmesini beklemek yerine, kısa vadede devletin çözmesini beklemek daha akılcı.
Çünkü “uzun vadede hepimiz öleceğiz.”