Ekonomik Politikalar Araştırma Merkezi’nin (CEPR) sitesinde geçenlerde rastladığım “Unutmamız Gereken İktisadi Fikirler” başlıklı bir makale çok ilgimi çekmişti. Gündemin de sakin olmasından istifade sizlerle paylaşayım istedim.
İyi okumalar.
***
“Bugün, dünyanın dört bir yanındaki öğrenciler benzer iktisata giriş kitaplarını okuyup benzer metodolojileri, teori ve ampirik teknikleri öğreniyor. Benzer fikir birliği akademisyen iktisatçılar arasında da var. Bu da iktisatın bir bilim olarak iyi bir disipline sahip olduğu sonucuna bizi götürmekte.
Böyle olmasına rağmen özellikle küresel kriz ile beraber cevabı verilmemiş, çözülmemiş konular da var. Dar kapsamda makro ekonomiyi dengedeki bir sistem olarak tanımlamak sorunlu. Faizlerin sıfırın altına düşmesi durumunda bununla nasıl başa çıkılacağı bir sorun örneğin. GSYH rakamlarının nasıl ölçüleceği, ekonomik faaliyetin içinde olup fiyatlandırılmamış işlemlerin buna nasıl entegre edileceği; uluslararası ticaretten elde edilen kazanımların halka nasıl mal edileceği bir başka sorun mesela. Teoriler, ki bunların bir kısmının modası geçmiş, ya da doğru veya verimli sonuçlara yönlendirmede yetersiz; o nedenle yeni bilgilere ihtiyaç olduğu çok açık. Mesele de bu noktada başlıyor, Keynes’in ”İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” kitabında dile getirdiği gibi “zorluk yeni fikirlerde değil, eskilerinden kurtulmakta”. Eski fikirler ekonomistlerin zihinlerinin her köşesine dallanıp budaklanmış vaziyette.
John Quiggin, 2012 yılında yazdığı Zombi İktisat kitabında: Ölen fikirlerin hala aramızda dolaştığını, söyler ve bunları “zombi fikirler” olarak niteler.
İktisatçılara çoğu zaman alanlarının dışından salvolar gelir. Örneğin, finansal piyasalardaki davranışsal bir varsayım olan rasyonel beklentiler, piyasaların her zaman etkin olduğu varsayımı veya bireysel refahın sadece tüketime bağlı olduğu fikrini savunur.
Ayrıca toplumun kafasına yer etmiş unutulması gereken birçok ekonomik fikir örneği vardır. Örneğin, performans ödemesi performansı arttırır, doğal kaynaklar refahı artırır, ceza korkusuyla vergiler ödenir veya sanatçılar fakirdir ve bu nedenle mutsuzdur gibi.
Hükümet programları, akademisyen iktisatçıların çoğunluğu tarafından artık desteklenmeyen fikirlere dayanmakta. Örneğin, ev sahipliği iyi bir şeydir; helikopter parası ekonomilerdeki mevcut sorunların üstesinden gelmeye yardımcı olur; kamu harcamaları işsizliği uzun vadede azaltır; inovasyon programları inovasyona neden olur ve nakit kullanımının azalması yolsuzluk ve vergi kaçakçılığını azaltır gibi.
Diğer taraftan ekonomistlerin uyum sağlamada ağır kaldıkları örneklere de bir bakmak gerekir. Örneğin Avrupa Birliği Komisyonu “GSYH’nın ötesi” adı altında ilerlemenin çevresel ve sosyal yönlerini daha kapsamlı gösteren göstergeler girişimi başlattı. Hal böyleyken, çoğu ekonomist hala GSYH'yi artırılması gereken bir hedef değişken olarak kullanmakta. Bunun ardındaki mantık, kişi başına düşen mal ve hizmet üretimi ile tüketiminin, insanların refahının temel ölçütü olarak düşünülmesi. Bu düşüncenin devamı olarak da büyüme ve refah birlikte ele alınmakta ve GSYH'yi artıran şeylerin peşine düşülmekte. Oysa bu yaklaşım, refahın dış faktörler tarafından ölçülemeyen, çok bireysel bir deneyim olduğu gerçeğini ihmal eder.
Ekonomistler, GSYH’nın bu kusurlarının farkında olmasına rağmen, yine de GSYH'nın zaman içinde ve bölgeler arasında karşılaştırmaya izin verdiği karşı argümanıyla bunu savunurlar. Ana değişken veri olan GSYH bu şekilde ele alınmaya devam edildiği sürece de ekonomistler, insanların durumlarından memnuniyetsizliklerine şaşırmaya devam edecek.
Örneğin yükselen dalgalar ekonomik büyüme metaforu olarak kullanılır. GSYH'daki artış, nüfusun bir bütün olarak ekonomik refahının artması anlamına gelir. Oysa GSYH'yi ve refah düzeyini aynı düzlemde kullanmak uygun değildir. Peki neden yükselen dalgalar bütün gemileri kaldırmaz? Birincisi, ekonomik büyüme, sektörler arasında daima eşitsizdir; bazı sektörler büyürken diğerleri muhtemelen küçülmektedir. İkincisi, ekonomik büyümeden bireyler eşit olarak faydalanmaz. Nüfusun en üstteki yüzde 5'inin geliri yüzde 20 artarken en alttaki yüzde 5'in gelirinin sadece yüzde 2 artış göstermesi gibi. Üstelik bu, yoksulların artık daha iyi durumda olduklarını söylemelerine rağmen böyledir. Zengin ile fakir arasındaki uçurum daha da genişlerken ve gelir dağılımın sebep olabileceği olumsuz sonuçlar ortadayken böyledir.
Peki, çözüm? Devletin, insanların mutluluğunu en üst düzeye çıkarması. Mümkün mü? Pek değil, unutun gitsin. Mutluluğun artırılması konusu biraz bulanık. Bir kere, hükümetlerin eli kolu bağlı olabilir. İkincisi, hangi mutluluk ölçüsü doğru? Üçüncüsü, mutluluğun maksimize edilmesi vatandaşların 'metrik değerlerini’ azaltır. Dördüncüsü, ölçüm hakkında bir mutabakat olduğunda, bu ölçümü manipüle edecek teşvikler bulunur. Beşincisi, mutluluğun arkasında hangi ahlaki değerler var? Örneğin uyuşturucu kullanımı mutluluk arttırıcı olarak görülmeli mi?
Bu örneklerin de gösterdiği gibi, ekonomik fikirlerden vazgeçmekten ziyade dengeli bir duruşa ve görüşe sahip olmak, iktisadi disiplininin çok daha ötesinde önemli... Ekonomi, teorisinin bir kısmı ampirik olarak reddedilse de gücünü kaybetmeyen ilerici bir bilim olarak görülmekte. Joseph Schumpeter'in 'yaratıcı yıkım' düşüncesi de yararsız ve yanıltıcı fikirlerin atılmasının o disiplinin güçlü olduğunun göstergesi olduğunu ileri sürer.
Sanatta ya da bilimde fikirler, ister ekonomik olsun ister politik, inovasyonun arkasındaki itici güçtür. Victor Hugo’ya atfedilen bir söz ile söylenecek olursa "Hiçbir şey, zamanı gelmiş bir fikir kadar güçlü değildir".