"e-devlet şifremizi almaya gidelim mi?" diye sorunca oğuz, hiç ikiletmedim. atladık taksiye levent çarşı'daki postanenin yolunu tuttuk.
içeriyi girince anladım uzun zamandır bir postaneye gitmediğimi. banka şubesinden farksız bir ortam. numaratörden(q-matic) sıra numaranı alıp bekleme yerlerine geçiyor, bir elindeki kağıda bir rakamların yanıp söndüğü ekrana bakıyorsun. neyse ki çok uzun sürmedi bekleyişimiz ve hemen halledip yola koyulduk. dönüşte bir türkü tutturdum:
benim naylon tarağım var
görmağa gelin güzel görmağa gelin
uzun saçlara satarım
almağa gelin
almağa gelin güzel almağa gelin
oğuz'un bakışı daha fazla devam etmememi söyler gibiydi. sustum ama tarakla ilgili unuttuğum bir detayı hatırladım bu sefer:
"tarakla zurna çalardık lan biz!" dedim.
lokantalarda çatal kaşık silmek için bir bardağın içine sokuşturulmuş; genelde pembe, mavi veya beyaz renkte ince pelüş kağıtlar olurdu. peçete olarak kullanmaya kalktığında "ona değil şuna sil" diye ayar alır ve parmağın işaret ettiği bir başka bardaktaki sarı saman kağıda yönelirdik.
işte o pelüş kağıtlara sarıp tarağı zurna çalmaya çabalar, kafa ütülerdik.
en kral tarak müziğini sigara paketlerinin üstündeki jelatinle yapardık ama onu da paketten sıyırıp almaya kalktığında azar yemek kaçınılmaz olurdu.
"her şey çok güzel olacak" filminde cem yılmaz'ın böyle bir sahnesi olduğunu hatırladım şimdi.
eskiden babaların, dedelerin ceplerinde muhakkak bir tarak olurdu.
şimdi alabildiğine jöleli ya da sıfır numara erkek saçları için çok lüzumsuz bir ayrıntı artık.