figen şakacı ile ilk tanışmam “pala hayriye” sayesinde oldu, üçleme olarak planladığı bir serinin tam ortasından daldığımı bilmeden.
90’larda evinden ayrılıp, üniversite okumak için büyük şehir yollarına düşen bir genç kızın, hayriye’nin, mücadelesini anlatıyordu. giriştiği mücadele aslında bir (var)olma çabasıydı. okulu bitirip çalışma hayatına atılan; daha sonra kırklı yaşlarına ulaşan bir kadının hikayesini, arada boşluklar olsa da sevmiştim.
bitirgen, hayriye’nin 80’lerdeki çocuk halini, daha doğrusu ergenliğe geçişte yaşadığı büyüme sancılarını anlatıyor.
küçük ve şeker gibi tatlı bir kayısının içinde nasıl demirden bir çekirdek olduğuna ve o yaşta herkese kafa tutmasına tanıklık ediyorsunuz. yaşadığı her günün hesabını kendine verebilmek için, bakkaldan kalan para üstleriyle alınan, kapağında kırmızı saçlı bir kız olan günlüklerinden oluşuyor kitap.
bağırış, çığırışın hiç eksik olmadığı bir evde büyüyen; lenin’e şükretmeyen abisinden dayak yiyen; her sorusunda (allah da ölür mü?) çimdiklenen ama sormaktan usanmayan cesur bir kız çocuğun gözünden akıp giden bir hayat var önümüzde. annesinin ifadesiyle taşaklı deveden korkmayan bir kız çocuğu hayriye. öyle ki öpüşürken hiç korkmadan adamın ta gözünün içine bakabilecek cesarete sahip.
son söz: “büyümek hem büyülü hem buhranlı bir şeymiş meğer. bulutu gördün mü yağmura hazırlanmak demekmiş, kaçışlara açılan bir saçak altı, yolculamalara hazır bir durakmış.”